ihanet ettim iki tekere bu yaz.
320 dizel tek kapı bmw ile aldattım demek isterdim ama öyle olmadı. elde ne varsa idare ettik, 1.5 dizel, ismi de perihan. geçen gün dikkat ettim de ilk arabama isim vermemişim. ikincisi muazzez, üçüncüsü şerife, şimdiki ise perihan. ilk arabama da isim verseydim melahat falan olabilirdi gibi. neyse, konuya dönenze.
bisikletlerime ise isim vermemişim hiç. şimdi düşündüm de ne isim verirdim bisikletlerime diye, şöyle bişey çıktı;
ilk hatırladığım hüdaverdi, turuncuydu galiba. ismi de hüda elbette.
sonra kaptan vardı galiba, kırmızı. ismi kirk elbette, kaptan kirk hesabı.
sonra sanırım 180 kiloluk bir eska geldi, çek malı, mavi. kamyona çarpsan kamyonu devirirsin, öyle acaip bir bisikletti. ismi de olsa olsa süleyman olur bunun. çok sattı bu arada bu bisiklet, acaip sağlam, taş gibi makinedir, tık demez.
sonra castello geldi, terminator, sene 95, yeşil. çok hızlı makineydi, o kadar hızlı duramıyordu, sağdan aniden çıkıveren taksiye ön kapıdan girince çok hızlıca durmuştu ama o sayılmaz. ismi durdu olsa gerek.
şimdi de yeni bir makine var, bu sene çok ihmal ettiğim. uzun yol yapamadık hiç. affettirecez kendimizi, ilk fırsatta, hayırlısı bakalım. ismi de yok daha, umalım yakında….
en sonunda çıkabildiğim 2 haftalık tatilimin ilk durağında, bozcaada’daydık. ilk gün büyük bir tesadüf eseri, kendisini adada gördüğümü unutmamı isteyen bisikletçi bir dost ile karşılaştık. yaparsınız, edersiniz, aslansınız deyu adanın en zor parkuruna iki bisiklet attı bizi. açıkçası ben de çok şüphelenmedim, parmak kadar ada, sahilden sakin sakin 2 saatte döneriz etrafını dedim, dönemedik.
başlangıçta ağzımıza sürülen bir kaşık karpuz reçeli misali (karpuz değil, domates reçeli) güzel bir düzlük ile başladık. hafif bir rüzgar, çok yakmayan güneş, üzüm bağlarının arasından tıngır tıngır gidiyoruz. bir aşamada hafif hafif yokuşlar başlıyor, in çık, in çık, çık, çık, çık, in, çık, çık, in şeklinde iki deniz molası (akvaryum ve ayazma) sonrası dönüş yoluna geçiyoruz. benim şahsi önerim bir minibüse yükleyip bisikletleri, şehre öyle dönmek. diğer bisikletçi bu öneriyi kabul etmeyince pedallara basmaya başlıyoruz. dönüş yolunun aynı yıpratıcılıkta olmaması dileklerimiz kabul oluyor ve alternatif rotamız üzerinde çocuk oyuncağı bir parkur üzerinden otele dönüyoruz.
tüm yıl boyu bisiklete uzaktan bakmanın cezası sağlam bir yorgunluk, esaslı bir popo ağrısı ve 9 gibi uyuyakalarak bozcaada’da ilk geceyi rüyada geçirmek olarak kesiliyor. bisiklet nankör bir hayvan, sen vermedikçe o da vermiyor, ne ekersen onu biçmene izin veriyor sadece.
ertesi gün bir kez daha ihanet ediyorum pisiklete. ağrıyan popoların itinalı terbiyecisidir tekrardan o selenin üzerine oturmak. nasırlaşır, sağlamlaşırsın. ama yok, ne yaptık, gittik bir başka iki tekere yükledik kendimizi. 125cc’lik devasa motora sahip suzuki scooter kiralayıp, adanın tüm asfalt yollarını elden geçirdik. nasıl yumuşacık, nasıl rahat, tek bir bilek hareketiyle devasa tepeleri aşıvermek…
aşıvermek diyorum ama adanın en yüksek noktası göztepe’ye çıkamadık motorla, orası ayrı konu.
ve popomda hala hafif bir ağrı, güftesi bisikletin intikamı…
dipnot : bozcaada’da gelincik şurubu içecem diye kendinizi sıkmayın, ama limon kafe’de bir kahve, yanında da süt likörü kaçmaz, benden söylemesi.